Belgesel, araştırmacı gazetecilik ve dosya haber serilerinin yer aldığı T24 ve Podbee Media ortak yapımı podcast.
1960’lı yılları anlatan ilk bölümde Sirkeci’den yola çıkıyoruz. 30 Ekim 1961 yılında imzalanan göç anlaşmasının içeriğinden günler süren yolculuğuna, yaşanan işçi yurtlarından ağır iş koşullarına kadar pek çok konuya değindik. Çekilen hasret, yabancılık, dil bilmemekten kaynaklanan çaresizlik ama iş bulmanın, iyi para kazanmanın ve kurulan geri dönüş hayallerinin mutluluğu da var ilk bölümde. “Misafir işçilerin” Almanya’ya başvuru ve geliş sürecini, çalışma koşullarıve yurtlarda yaşamlarını WDRCosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, Domid Sanal Göç Müzesi kurucusu Aytaç Eryılmaz ve o yılların tanıkları ile anlatıyor.
Türkiye’den Almanya’ya altmış yıl önce gelen emekçilere adanan 6 bölümlük bu dizi, WDRCosmo Köln Radyosu’nda Fulya Canşen ve Serap Doğan tarafından, İstanbul Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsü ve DAAD Türkiye'nin katkılarıyla hazırlandı.
https://eu.bilgi.edu.tr/tr/news/gocun-60-yillik-tari-0/
https://www1.wdr.de/radio/cosmo/programm/sendungen/koeln-radyosu/index.html
See Privacy Policy at https://art19.com/privacy and California Privacy Notice at https://art19.com/privacy#do-not-sell-my-info.
Türkiye’den Almanya’ya göç 70’li yıllarda da devam etti. Sadece ekonomik değil, siyasi koşullar da göçü çekici kılıyordu. 1973 Petrol Krizi ile beraber Almanya iş gücü alımını resmi olarak durdurma kararı aldı. Ancak gelenler yavaş yavaş Almanya’ya alışmaya başladılar, ailelerini de getirdiler ve yerleşik hayata geçiş yapmaya başladılar. Yurtlardan çıkıldı, nohut oda bakla sofa misali küçük evler bulundu. 70’li yıllara damgasını vuransa Ford işçilerinin yaptığı baskın grev oldu. İlk kadın grevini de unutmamak lazım. Çocuklar dil sorunları ile mücadele ederken, işçiler yavaş yavaş haklarını öğrenmeye ve direnmeye başladılar. Öyle bir konu var ki hala yaşayanların yüreklerini acıtıyor. Türkiye’de bir bırakılıp bir Almanya’ya getirilen Koffer Kinder, yani valiz çocukları. WDR-Cosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, Alman Sendikalar Birliği DGB’nin eski Berlin-Brandenburg uyum sorumlusu Safter Çınar ve o yılların tanıkları ile anlatıyor 70’li yılları.
80’li yıllar hem Türkiye’de hem de Almanya’da 12 Eylül darbesinin gölgesinde geçti. Durdurulan ekonomik göç, siyasi iltica ve aile birleşimi ile devam etti. Sirkeci Garı değil artık kaçak botlarla önce Yunanistan’a ardından Almanya’ya çıkılan zorlu yolculuklardı gündeme taşınan. 80’lerde on yıllardır Almanya'da yaşayanlar kalmaya karar veriyor ve çocukların eğitim ve uyum sorunu gündemi belirlemeye başlıyor. Uyum tartışmaları ve yabancı düşmanlığı gölgesinde geçen bu dönemde, Günter Wallraf’ın “En Alttakiler” romanı ve Tevfik Başer’in “40 Metrekare Almanya” filmi göçmenlerin hayatını sanat yoluyla aktaran ilk örneklerini oluşturuyorlar. WDR-Cosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, WDR editörü Serap Doğan, WDR Köln Radyosu editörü Serpil Eryılmaz ve o yılların tanıkları ile anlatıyor 80’li yılları.
90’lı yıllarda Türkiye’de Türk-Kürt ayrımı artarken, Almanya Doğu ve Batı arasındaki duvarı da kaldırmayı başardı. Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından yabancı düşmanlığı ve ırkçılık şiddete dönüşmeye başladı. Hoyerswerda (1991) Rostock (1992) ve Mölln’de gerçekleşen saldırıları Türk kökenli beş kişinin öldürüldüğü Solingen (1993) takip etti. Bir yandan saldırılara karşı çeteleşmekte çare arayan Türkiyeli gençler, öte yandan hiphop kültürü ile dertlerini, hislerini ve fikirlerini duyurmaya başladı. Eşit haklar mücadelesinin zirve yaptığı 90’lı yıllarda genç edebiyatçılar, göçmen değil Alman Edebiyatı’ndan hak ettikleri yeri almaya başladılar. Kürt kökenlilere mülteci hakkı tanınan 90’larda, Cem Özdemir Yeşiller Partisi’nden federal meclise girdi. 90’ların sonlarındaysa ikinci kuşak sinemaya adım attı. Berlin'de Thomas Arslan, Aysun Bademsoy ve Hussi Kutlucan, Hamburg'da Yüksel Yavuz, Fatih Akın, Ayşe Polat ve Buket Alakuş ilk filmleriyle beyaz perde yerlerini aldılar. WDR-Cosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, WDR editörü Serap Doğan, gazeteci yazar Zafer Şenocak ve o yılların tanıkları ile anlatıyor 90’lı yılları.
Almanya, 2000’li yıllara yeni vatandaşlık yasası ile giriyor. Sosyal Demokrat Parti (SPD) ve Birlik 90/Yeşiller koalisyon hükümetinin bu yasası sayesinde Alman pasaportu alanların sayısı artıyor. 11 Eylül 2001’de yapılan terör saldırısından sonra Almanya’daki Türkiyeliler daha çok Müslüman kimlikleri ile ön plana çıkıyorlar ve uyum tartışmaları yoğunlaşıyor. Alman medyasında başta "dönerci cinayetleri" diye anılan aşırı sağcı terör örgütü NSU’nun cinayetleri damgasını vuruyor bu yıllara. 8’i Türk 10 kişiyi katleden aşırı sağcı terör örgütü NSU’nun cinayetleri planlaması, işleme biçimi kadar güvenlik birimlerinin ihlalleri de tüyler ürpertici. Türkiye’den gelen göçmenler Almanya’ya çoktan yerleşmişler, artık işçi olmaktan vazgeçip işveren olmaya yönelmişlerdi. Bakkal ve dönercilikten uzaklaşıp ender de olsa yüzlerce kişiyi istihdam eden büyük firmalar kurmaya başladılar. Gençler arasında futbol ya da oyuncu kariyeri yapanlar da oldu, mimar, mühendis, profesör olanlar da. 2005’te çıkan Göç Yasası ile birlikte uyum tartışmaları da zirve yaptı. Sadece Almanca kitap kapaklarında değil, film jeneriklerinde de Türkçe isimler dönmeye başladı. Fatih Akın, Duvara Karşı filmiyle Berlin Film Festivali Berlinale’de Altın Ayı ödülüne layık görüldü. 2000’li yılların hem acılı hem de parlak geçen yıllarını WDR-Cosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, gazeteci Serap Doğan ve o yılların tanıkları anlatıyor.
2010’ların başında Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya’daysa Başbakan Angela Merkel iktidarını sağlamlaştırıyor. Türkiye-Almanya ilişkilerinde göçmenler siyasi malzeme olmaya başlıyor ve kayıtsız göç ile mücadele üzerine yoğunlaşılıyor. 2014 yılında Almanya’da yaşayanlara Türkiye’deki seçimler için oy kullanma hakkı verildikten sonra dönemin Başbakanı Erdoğan’ın Almanya’da sık sık boy gösterdiğine tanıklık ediyoruz. Erdoğan Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenleri seçmen gözü ile bakıyor ve Başbakan Angela Merkel, “Onların başbakanı benim” demek zorunda kalıyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye’den Almanya’ya yeni bir göç dalgası başlarken, KHK ile ihraç edilen akademisyenler ve sanatçılar ile Gülen Hareketi üyesi olanlar ya da bu iddia ile yargılananlar Almanya’ya kaçıyor ya da yerleşiyor. NSU davası mahkemeye taşınırken, Hanau'da yine bir ırkçı saldırı dokuz can alıyor. WDR-Cosmo editörü ve T24 yazarı Fulya Canşen, gazeteci Serap Doğan ve o yılların tanıkları ile anlatıyor 2010’lu yılları.
Avrupa’nın tek bölünmüş başkenti Lefkoşa, bir Akdeniz adasında olmasının bütün özelliklerini taşıyor. Bizanstan, Araplara, Osmanlı’dan İngilizlere kadar pek çok kültüre, dil ve dine ev sahipliği yapan Lefkoşa’nın hemen her köşesinden bir tarih fışkıyor. Selimiye Camii mesela eski bir katedral, Bedesten’de arkeolojik kalıntılar var, Ermenilerin sığındığı Armu sokağının bulunduğu Arap Ahmet mahallesi terkedilmişliğin izleri ile dolu. Birleşme pazarlıklarının yapıldığı Ledra Palast’da ise kurşun delikleri. Sadece Lefkoşa değil adanın neresine giderseniz gidin turist kalamıyor, ada siyasetine karışıveriyorsunuz. Son yıllarda Türkiye’den artan göç Kıbrıslı Türkleri Kuzey’de adeta azınlık durumuna düşürmüş. Adanın Güneyi sırtını AB’ne dayarken, Güneyi ambargolardan bezmiş bir halde ekonomik olarak ayakta kalmaya çalışıyor. Göç etmek, siyasete güvenini yitirmiş gençlerin gelecekleri için başvurdukları tek yol. Avrupa’nın bölünmüş tek başkenti Lefkoşa’yı Fulya Canşen, Kıbrıslı şair Neşe Yaşın ile gezdi.
30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak imzalanan bir sözleşme ile Ege’nin birbirine kardeş sanılan iki yakası büyük çaplı bir nüfus değiş tokuşuna şahitlik etti. On dokuz maddeden oluşan sözleşme gereği, 1 Mayıs 1923 tarihi itibarıyla Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasındaki bu uygulama BM’in şemsiyesi altında şarta bağlanarak yapıldı. Sözleşme 1923 yılında imzalandı ama kitleler halinde göç 1924 yılında gerçekleşti. Buna değiş tokuş yani mübadele demek olayı görece hafifletiyor. Aslında Ege’nin iki yakası göçe zorlandı. Mübadele, istemeden, beklemeden, sorulmadan, bazılarının birden başına gelmiş bir zorunlu göç hikayesi. Türkiye’ye gelenler yıllarca sustular, en sık kurdukları cümle “Mustafa Kemal çağırdı geldik“ oldu.
1923 yılının Kasım ayında fiilen başlayan nüfus mübadelesi ile 1 milyon 200 binden fazla Ortodoks, Anadolu’dan Yunanistan’a, yarım milyona yakın Müslüman da Yunanistan’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Mübadelenin özünde aslında etnik köken değil, dine dayalı bir homojenleştirme isteği yatıyor. Zira mübadiller arasında hiç Türkçe bilmeyen Müslüman ya da hiç Rumca bilmeyen Ortodokslar da vardı. Mübadele tarihçiler için de adeta bir gayya kuyusu. Hangi tarafını çeksen diğer tarafı eksik kalıyor. Tek bir tarafı aydınlatanlar tarihin diğer yanını karanlıkta bırakıyorlar. Mübadeleye dair tarih yazımı uzun bir süre kendini devlet politikalarından bağımsız kılamıyor. Bu nedenle de diyor tarihçi Prof. Dr. Elçin Macar: Tarih yanlış yazılıyor.
Mübadiller için 20’li ve 30’lu yıllar yollarda geçmiş desek yalan olmaz. Bir şehirden diğerine, bir kültürden bir başkasına geçerken sadece manevi değil, maddi kayıpları da oldu. Mübadilken muhacir de olan bu aileler, onlara hep geldikleri yerleri hatırlatan hatıraları da yanlarında taşıdılar. Sadece anı olsun diye değil, onlara güç versin, kökleri sert rüzgarlara kapılıp kaybolmasınlar diye. Bir de bırakılıp gidilenler var. Yazar Kemal Yalçın “Emanet Çeyiz” adlı kitabında, Denizli’nin Honaz Köyü’nde yaşayan bir Rum ailenin, sürgüne giderken Müslüman komşularına bıraktığı çeyizin, yaklaşık seksen yıl sonra aileye geri veriliş öyküsünü anlatıyor. Yalçın, dedesine emanet edilen çeyizi teslim etmek üzere Minoğlu ailesinin izini sürerken, on beş Rum ve on beş Türk mübadilin yaşam öyküsünü ve duygularını da kendi ağızlarından aktarıyor. Mübadeleyi ilk kaleme alan yazarlardan biri olan Yalçın, emanet çeyizi sahiplerine verdikten ve kitabı yazdıktan sonraki tepkileri anlatırken gözleri parlıyor.